31 Mayıs 2020 Pazar

Satılık 2. El Akrilik Boya ( Boya takıntısı olan aramasın)

"Öyle geçerdik ki kaldırımları, sanki bu düşenler biz değiliz!" -Yeditepe İstanbul.

Şu günlerde herkes evde ve bir şeylerle uğraşıyor. Ben de uğraştım. Çok fazla tarif denedim, nerdeyse hepsi tuttu. Nerdeyse demezdim o enginarları çok pişirmeseydim eğer. Niye hemen dağılıyosunuz enginarlar? Biz de hamdık bizi de çok pişirdiler biz dağıldık mı? Enginarlar! Dağılmayınsanıza! Enginar olayını atlatmak için dünyanın en güzel brownisini yapmak amacıyla değişik bir serüvene atıldım. Bu saçma hırsım yüzünden doğmamış çoluğun çocuğun rızkını çikolataya yatırdım evdekiler de 2 hafta boyunca mütemadiyen browni yediler. Kâr-zarar olarak baktığımızda dengeli bir durum. He dünyanın en güzel brownisini yaptım mı diye sorarsanız evet yaptım :D Ama yedik bitti afiyet olsun o nedenle kanıtlayamam. Bazı şeyleri kanıtlamamak gerekir arkadaşlar. Kanıtlamamalı ve sadece tüm kalbimizle öyle olduğuna inanmalıyız. 

Aslında anlatmak istediğim yapamadığım şeyler. Seramik hamurunu bilir misiniz? Ben bilmezdim. Of cahillik mutluluk işte. Cahillik mutluluk. Ben bunu bir heves aldım. Yanına da Allah affetsin 3+1 evin tüm duvarlarını (tavan dahil) boyayacak kadar akrilik boya almışım farketmeden. Renk renk, ton ton. Bir insanda hiç mi göz kararı olmaz ya! Satacağım ben bu boyaları. Mesela seramik şekillendirme aletleri var. Onlardan da aldım anacım. Internetten sipariş vermeme rağmen çok hızlı geldi üstelik. Güven Sanat, luv u babe.

Paketi nolur nolmaz diye 2 gün balkonda bıraktım. Mikrobu neyin iyice ölünce içeri aldım ve internetten baka baka tabak, saksı, boncuk, pin, kutu artık Allah ne verdiyse yaptım. Bir gün boyunca incik cıncık uğraştım. Heykeltıraş olcaz ya. Neyse Miray sakinleş ve anlatmaya devam et. Efendim sonra bunları bir güzel geri balkona çıkardım yabancılık çekmesinler diye. Orada kurumaya bıraktım. Nasıl hevesliyim ama gelip gidip kontrol ediyorum. Sonra en önemli şeylerden birini almayı unuttuğumu farkettim. ZIMPARA! Allah'ım! E bunlar kuruyunca zımparalamazsam olmaz ki :( Nasıl boyayacağım öyle? -Bakın ben burada kendime biraz hakaret etmek istiyorum mesela. Ama etmiycem çünkü kendimizi sarıp sarmalamalı ve hatalarımızla kabul etmeliyiz. Uzmanlar ve Nihat Hatipoğlu böyle diyor. Zımpara olunca her şeyin tamam olacağını sanan saftirik kendimi sarıp sarmalıyorum bu yüzden- 2 gün sonra zımparayı alıp geldim. Nalburdaki abiye seramik için istediğimi söyledim. Farkettiyseniz hala bir şeyler yaptığımı sanıyorum. Güzel güzel zımparaladım tüm eserleri. Evet eserler nolmuş :d Tabaklardan birini boyamaya başladım. 2 saat falan... El kadar tabak... Boya Allah boya. Şimdi bir düşününce, neyi boyadım o kadar saat acaba gerçekten. Ama vallahi ikinci saatin başlarında bir şeylerin ters gitmeye başladığını hafiften sezdim. Mesela arka fondaki mavi istediğimden çok daha koyu olmuş. Neyse olsun toparlanır. Ama üste çizdiğim hayvan figürü de çok kaba geldi gözüme. Acaba siyahla biraz hatları inceltsem? Evet siyahla. E çok kalın oldu bunun kolu bacağı. Hımm o zaman ne yapayım biliyor musun... Bir ondan bir bundan kata kata bulamaç ettiğim o çamur rengini alıp figüre gölge vereyim. İşte bu! Son 1 saatimi de bu şekilde boşa harcadıktan sonra tabak o kadar kötü gözüküyordu ki evdeki kimse görmeden kırarak çöpe attım.

Yaa işte böyle. 

20 Şubat 2020 Perşembe

Buraya Başlık Yok Yazmam Bir Paradoks Mudur?

Yazıya başlamak ve ilk cümleyi yazmak hep çok zor geliyor. E ama şu an ikinci cümleye geçtik bile. Hop üç oldu. Selam! Biz neyiz? İnsanız. Peki. Bunu ara ara kendime hatırlatmalıyım. Her gün alarm kurmalıyım. Saat dokuza on üç kala aynaya bakıp insanlığımı onaylamalıyım. Çünkü bazen ben sanıyorum ki insan değilim. Hayır hayvan da değilim. Niye hayvan diyeyim ayol kendime zaten. Bitki olayına falan girmiyorum zaten hiç. Yani ne bileyim neyim. Bulamadım ve yaklaşık dört yüz yıldır arıyorum. Doğduğumdan beri mi bu kadar sorguluyorum?

Herkes aynı. HERKES AYNI. Birkaç ilham verici kişilik dışında ( mesela ajdar ) herkes tam anlamıyla aynı. Bir yerde kopmam lazım bu sürüden. Koptuğumda kendi yolumu bulmam lazım. Bir odadayım florasanlı, güzel giyinmişim. Biri soruyor, o biri benim. Kendimi 5 yıl sonra nerede görüyorum? E ben kendimi zaman ve mekandan koparsam da göremiyorum. Sorunumuz o ya kardeşim. Duvara mı konuşuyorum? Aynada gözlerimin içine uzun uzun bakıyorum. İnsan kendi gözlerine baktığında içinden geçenleri okuyamıyorsa, okuduğu azıcık yeri de anlayamıyorsa bu Allah korusun ruh ve sinirlik bir durum mudur? Tövbe ya şaka o kadar da değil iş nereye gitti görüyor musun, yok canım tamam.

Dostlar, insan dönem dönem sorgulamalarını arttırıyor. İşte o dönem dönemlerdeyim. Sancılı bir süreç. Ne yazsam bilmiyorum. Aklımdan bin tane şey geçiyor ama onları o düğümden çözüp kelimelere dökemiyorum. Sonra... Boş geliyor. Çünkü boş belki de. Geç yaşanan ergenlik sancıları. Aman bizdeki de dert mi çünkü be. Kendini bulamıyomuş da bilmem ne de. Burdasın işte.

Bir tanıdığım demişti ki yaşıyor olmak büyük sorumluluk. Birilerinin işkencelerle, açlıktan, donarak, yakılarak, tecavüz edilerek ve daha nice cani şekillerde öldürüldüğü bir dünyada yaşıyor olmak büyük sorumluluk. Zor zamanlardan geçtiğimi düşündüğümde bu sözü aklıma getiriyorum. İnsanın şahsi bunalımından, sorgularından artık her ne idiyse işte o hisli hisli durumlarından çok daha önemli şeyler var diyorum. Onlar için çabalamalı, onlar için yaşamalı. Arada bir iki güzel şey yaşayınca da şükredip yoluna bakmalı. Kadere iman, Allah'ın kullarına verdiği joker hakkı.



20 Kasım 2019 Çarşamba

Aslıhan Pasajı ve Çok Kötü Bir Okuma Deneyimi

Hastayım, ülkenin yarısı gibi. Bugün hasta yatağımda yatarken, birden, ortada çok da bir sebep yokken dedim ki HADİ BLOGA YAZI YAZAYIM. Aynı, Susanna Tamaro'nun Aklı Bir Karış Havada kitabını hasta döşeğinde yazması gibi. Aklı Bir Karış Havada'ya bu yaz köydeyken başladım. Kendime işkence ede ede, boş boş streslenerek, hiçbir edebi kazanımım olmayarak, ne bir ilham gelerek ne de hoşuma giderek ve tüm bunların bilincinde belki de içimdeki gizli mazoşistin de dürtüklemesiyle tamamen hür irademle kitabı bitirdim. Şu an kitaba bela okumamamın tek nedeni, köyde bu kitap dışında okunabilecek en iyi şeyin televizyonun kullanma kılavuzu olmasıdır. Kitabın genel konusu Ruben adlı avel bi çocuğun, öğretmenini öldürdüğünü zannettiği için evden kaçmasının ardından başına gelenler. Okuduktan hemen sonra hafızamdan sileyim diye kafamı 7 kere sertçe duvara vurduğum ve köyün çeşmesindeki yalakta kendimi 2 dakika nefessiz bıraktığım için çok fazla ayrıntı hatırlamıyorum şu an. Dikiş izlerine bakıp bakıp geceleri ağlıyorum hala. Ah be Susanna. Ah be...

Kitabı Aslıhan Pasajından almıştım. Sahaflara biraz ilgisi olan her İstanbullu bilir herhalde orayı. İstiklal'de, Galatasaray Lisesi'nin karşısındaki aralıktan yukarıya doğru çıkarken sağda. İlk kez lise sondayken, çok sevdiğim, canım ciğerim bir arkadaşımla gitmiştim. Kitap okumayı seviyoruz ama harçlıktan arta kalan paralarla sıfır kitap nasıl alınır, d&r zaten çok ayıp ediyo o paraya kitap mı satılır, evde annemiz yazsa okumayız da işte dışarda görünce canımız çekiyo, korsan kitaplar ucuz ama o da racona ters. İnsan kültürlenmek istediğinde mantar yemek veya banka soymak arasında kalmamalı diye düşündük ve bi çözüm bulduk. Sahafa gidicez. Eskiyse eski, hem böyle daha romantik ya nolcak dedik. Tabi o zaman tek bildiğimiz yer Kadıköy Akmar. İnternetten araştırıp Aslıhan Pasajını bulduk. Heyecanlıyız, paramız var, biriktirmişiz çünkü. BOŞALTICAZ O PASAJI BE. Taksim Pendik'ten yaklaşık 3 ışık yılı uzakta da olsa inat ettik gidecez ulen. 5 yıl geçmiş, hala  büyülenip hangi kitaba bakacağımızı, hangi satıcıyla konuşacağımızı şaşırdığımız halimizi unutamıyorum. Her yer kitap, herkes çok tatlı. 3 saat sonra falan çıktık, elimiz kitap dolu. Üstelik çoğu da listemizde olmayan kitaplar. Abartmıyorum toplamda ya 5 ya 10 liramız kalmıştır çıkışta. 2 simit 2 de su alıp Gezi Parkında onları yemiştik ve paramız bitmişti :'). Sonra Karaköy'e yürüyüp eve dönmüştük.

Bu arkadaşımla bunu senelik bir ritüel haline getirdik. Her sene gidip aynı şekilde kitaplar alıp, çıkışında Karaköy'e yürüyüp eve döndük. İşte son gidişimde ben bu Allah'ın belası Aklı Bir Karış Havada kitabını da almış bulundum. Sonra olay hasta olduğum bir günde sıkıntıdan patlarken telefonumun notlar bölümünü açıp bu yazıyı yazmamla sonlandı.

14 Mayıs 2019 Salı

Bir İki Soru

Heyyo! Naber! Merhaba! Ve birkaç selam kelimesi daha... Ben en çok merhabayı seviyorum aslında. Ama "meraba" diye değil "merHaba" diye söylenildiğinde seviyorum. Tabi Trakyalıysanız size er şey serbest be ya, of tamam.

İşte böyle, bir h harfiyle mutlu olabiliyorum biliyor musunuz? diyemem. Küçücük şeylerden mutlu olabilecek kadar mütevazi biri, değilim. Başıma gelenler hep iyi niyetimden olsaydı keşke. Girdiğim ortama enerji katan, yedi yirmi dört zıp zıp zıplayan, ordan oraya uçan biri olamadım. Ben çok izlenen bir Türk dizisinde başrol kadın oyuncu değilim çünkü. Hiçbirimiz değiliz. Peki niye öyle gibiyiz?


Televizyon açık, Hindistan'da kasırga nedeniyle bir milyonu aşkın insan tahliye edilmiş. "Bir milyon insanı nasıl tahliye etmişler yuav" diye düşündüm. İzdiham olmaz mı kardeşim? Ben daha 3 kişilik sırada itiş kakış olmadan metroya binemiyorum mesela. O niye öyle oluyo ki cidden?

Sabahtan akşama ve akşamdan sabaha kadar çizim yapıyorum şu sıralar. Arada da uyuyorum işte yemek ve bir insan görürsem iki kelam falan. Bugünleri de özlemle hatırlarım belki mezun olduktan sonra, bence hatırlamam ama herkes öyle diyor hani. Çünkü herkes bayılıyor karşısındakine akıl versin, karşısındaki hakkında konuşurken bile en çok söylediği kelime "ben" olsun. Biz de baş sallayıp "doğrudur" diyelim. Allah'ım özür dilerim ama hayatım niye böyle oldu?

Geçen gün sanki hiç Selena izlememişim, Serdar Ortaç dinlememişim ve yalan şahitlik edip birini hapse attırmamışım (bunu cidden yapmadım yalnız) gibi divan edebiyatından bi beyit okudum. Üstüne konuşmalık arkadaş aranıyor, iletişim no yok dumanla haberleşelim veya telekinezi. Buyrun beyit:

Bilenler âlem-i kevn ü fesâdın neydiğin Hikmet
Ne fikr-i câh ü ikbâle ne kayd-ı nâme düşmüşdür

Hersekli Ârif Hikmet

[Dünyanın mahiyetini iyi anlayanlar makam-mevki ve şöhret kaygısından uzak kalırlar.]

Karışık gibi ama içeriği yüzünden karışık olamayacak kadar da hafif bir yazı oldu. Sanki?





4 Mart 2019 Pazartesi

Bir Sükut-u Hayal Altında Çocukluk

Merhaba! Herkes nasıl? Beni sorarsanız iyiyim. En son yazımın üstünden yedi yıl geçmiş, ben de öyle savrulmuş gitmişim. İnsan garip bir şekilde savrulma konusunda yapraktan daha başarılı. 

Bazen, hayat çok yoğunken sanki bir sürü şey yapıyorum ve hiçbir şey yapmıyorum. Kafamda bir sürü bilgi var ama sanki bir şey bilmiyor da gibiyim. Şu an, (tam şu andan bahsetmiyorum, tam şu andan bahsetseydim metroda olduğumu söylerdim.) bi durup kafamı toplamam gereken yerde miyim yoksa aslında iki kulaç daha atsam karayı görebilecek bir konumda mıyım bilmiyorum. 

Unutamadığım bir anı var. Çok küçüğüm. Bebek değilim ama yedi yaşındaki biri altı yaşında değilseniz sizin için de küçüktür. Altı yaşındaysanız ve bu yazıyı okuyorsanız, gidiniz  sokakta saklanbaç oynayınız yavrum, yok artık. Neyse anıma dönersek, o an dünyanın en çaresiz insanıydım. Bu kanıtlanmış bi gerçek isteyene belgeleri gönderirim. Tubitak kanıtladı. Ödevim var, bir kitap sayfası deftere geçirilecek. Odam arka bahçeye bakıyor ve arkadaşlarım dışarda oyun oynuyor. Arkadaşlarım sanki ilk defa bu kadar çok eğleniyor. Dün kavga ettiğim arkadaşlarım aslında ne kadar da süper insanlarmış. Ne güzel sesleri geliyor. Çalışma masam tam pencerenin önünde ama yüzüm kapıya bakıyor. Yani duyuyorum ama göremiyorum. Okuldan gelmişim ve zaten dışarıda hava kararmadan geçirebileceğim süre kısıtlı. Annem de diyor ki ödevini bitir çık. Tüm o sesleri, cıvıltıları duya duya ilk paragrafı yazıyorum. Canım arkadaşlarım, bekleyin beni. Yazdıkça geçen zamanın telaşı da var üstümde. Son paragrafı da yazıyorum. Sonra tam kapatıcam defteri ve tüm kış ahıra kapatılan ineklerin baharda dışarı salındıkları gibi atıcam kendimi çayıra çimene. Arkadaşlarımı çok seviyorum. Ama dışarı çıkamıyorum, olmuyor. Hepi topu iki paragraflık sayfayı yanlış yazmışım. O telaşla ilk paragrafı iki kere yazmışım, son paragrafı hiç yazmamışım :') 

Vazgeçiyorum, ödevi yapmıycam. Ama aşağı da inmiycem. Tüm hevesim kaçıyor. Daha 2. sınıfa giden bir bebenin tüm oynama hevesinin kaçması nasıl bir sükut-u hayalin ürünüdür tahmin edebilirsiniz. Özür dilerim kendim keşke o gün dışarı çıksaydım. 

Gözyaşlarım;
pıt
pıt

.

not: Bir Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç. Başlık yazarken aklıma geldi, böyle bir şey çıktı. Teşekkürler iyi günler herkes kendine ÇOK iyi baksın. 

30 Kasım 2018 Cuma

Kaktüsler Ölmesin Ama Ben İstediğim İçin Değil

 Hayat çok garip. Yani aslında yaşarken değil, yaşanmış hayat çok garip. Küçük küçük anların, birinin dediği bir sözün, gördüğüm o saçma sapan rüyanın, dün yolda karşılaştığım insanın yurttan arkadaşının hala kızının, yemeyip buzdolabına koyulunca evrenden silindiğini sandığım pırasanın ileride hiç de beklenmediğim bir şekilde veya tam da olması gerektiğini düşündüğüm bir anda karşıma çıkması, nerden bakarsan bak garip. Hani bir söz var ya keşke başka bir şey dileseymişim diye, ne bileyim geçen gün otobüs bekliyordum Üsküdar'a gitmek için ama o otobüs sanki kursa geç kalayım diye elinden geleni yaptı, gelmedi. İçimden o an orada olması gerekmeyen, o vakitte asla oradan geçtiğini görmediğim biri için keşke şimdi çıkıp Maltepe'ye (niye Maltepe mesela?) gitse, beni de yolda görse diye geçirdim. Bu nasıl her noktasıyla gerçek olabildi hala şaşkınım. Allah'ın bir lütfu der açıklayamadığım böyle güzellikleri geçerim. Geçelim. 

Böyle birkaç küçük olay dışında baktığımda ise her şey çok sıradan. Çok bilindik. Hayat bir şekilde geçiyor ve hep aynı şeyler oluyor gibi. Hiçbir uzaylı odamın arkasına parkedip beni kaçırmıyor, kimse ben 2160 yılından geliyorum diye kapımızı çalmıyor ve evet ben de böyle şeyler beklemiyorum zaten. Yani bekliyorum da onu şimdi hiç karıştırmayalım. Ben şimdi bekliyorum ki yapmak istediğim şeyleri yapayım, en önce Allah'ım lütfen mezun olayım. Her okul günü 4 saat yol çekmek bi süre sonra gerçekten yoruyor çünkü. Bi süre dediğim dört yıl eheh. Mezuniyeti hallettikten sonra çok da bir hedefim yok aslında. Öyle Olsun filminde Ayşen Gruda'nın da dediği gibi "İdealimiz yok. Televizyonun taksidi bitsin inşallah onu da alıcaz." Mezuniyet önemli, çünkü bu bünye bir yıl daha saat 8'de metrobüse binmeyi kaldıramayabilir. Mesela şimdi de kaldırmıyor ama kimse farkında değil diye ben de çaktırmıyorum. Onun için mezuniyet çok önemli. Allah'ım bu konu çok mühim grçktn. 

Geçen gün yeni kaktüs aldım. Hayattan bir beklentim de onların ölmemeleri. Ben, üç kaktüsümü haftada bir musluğun altına tutmak sureti ile öldürmüş değil KATLETMİŞ olan ben, çiçekçide bunlara yirmi günde bir fısfısla su verilmesi gerektiğini öğrendikten sonra bir miktar parçalansam da bu sefer çok kararlıyım. Bu nedenle yavrularımın hayatlarını zevk-ü sefa içinde geçirmeleri için elimden gelen her şeyi yapacağım. Evdeki muslukları söktüm attım mesela. Böyle de keskin bir insanım. 

Hayatımda olmasını istediğim küçük değişikliklerden biri de kitapçıda vicdan azabı çekmeden gezebilmek. O kadar uzun süredir kitap alamıyorum ki bu vicdan azabı yüzünden. Evde yığınla okunmamış kitap var. Bir de ben biraz şey olduğum için -hevesli- offf süper bir şey bu bunu alayım hiç kitap almam hep bundan okurum ya diye elektronik kitap okuyucu almıştım. Beklediğimden çok çok çoook daha kullanışlı olması beni baya mutlu etse de içinde bekleyen onlarca kitap yüzünden rahat rahat kitapçı gezemez oldum dostlar (Hmm ne kadar büyük bi problem sen de iyice dert babası olmuşsun Miray'cım ya). 

Son olarak (aslında son değil) kendimden beklentim de hiçbir beklentiye girmeyip oluşuna bırakmak, salmak. Bu ultra mega plus paradoks ile ne yapacağımı hiç bilmiyorum. Yani kaktüsler ölmesin ama ben beklemeyim ölmemelerini. Kendileri bilir. E ama istiyorum ki ölmesinler? Ölürlerse de üzülürüm. Beklentiye girmiş oluyorum işte yoksa üzülmezdim. Çok su vermemem gerek. Çok su vermemem gerek. Çok su vermemem gerek. Çok su vermemem gerek. 



14 Ekim 2018 Pazar

Metroda Karşılaştığım Keşiş Karasinek

Bugün metroda vagonlar arasında dolaşıp duran bir karasinek gördüm. O an dünyadaki en bedbaht karasinek oymuş gibi hissettim ve üzüldüm. Aslında onu ilk farkettiğimde hiçbir şey garip gelmedi. Sanki o doğal ortamındaydı ve her şey normaldi. Belli ki kendini saklamayı iyi öğrenmiş bir sinekti. Kimsenin ilgisini çekmiyordu. Ama düşünsene uçabiliyorsun ve yerin metrelerce altında, insan dışında organik hiçbir kaynak bulunmayan bir yerdesin. Her taraf demir-beton dolu. Böyle doğal ortam mı olur? Ne yiyip ne içeceksin, nerede uçacaksın? Hem artık uçsan da sürüngenlerin bile altındasın, ne farkeder ki? Güneş göremeyeceksin, hiç ot kemiremeyceksin, gece kimseyi uykusunda rahatsız edemeyceksin, reçellere dadanamayacaksın... Sinekliğin ne anlamı kaldı ki yahu?! Senin orada işin ne? 

Aynı vagonda, aynı yerin altında gittiğimiz halde, onun rahat rahat uçabildiği benimse kimseye değmeden ayakta durmak için fizik kurallarını baştan yazdığım halde gerçekten onun adına üzüldüm. İşte şuur böyle illet bir şey arkadaşlar. O bir kaç dakika içinde sineğin geçmiş hayatını, gelecek kaygılarını, yaşamının anlamsızlığını bana düşündürten şey. 

Sinek muhtemelen ben tüm bu hezeyanları yaşarken kafasına göre takılıyordu. Örümcek olsa birini ısırıp süper kahraman yapmak gibi bir görevi olurdu belki ama bu büyük ihtimalle saçma sapan manevralarla uçuyordur tüm gün. Hiç derdim yok gibi yine de ona üzüldüm. Benim hayatımı devam ettirmem için bin kat daha fazla çaba harcamam gerektiği halde hem de. 

Git gide ineceğim durağa yaklaşıyorduk. Sinek vagonların birleşimlerindeki körüklerde takılıyordu daha çok. Ben de oradayım. Bi ara gözden kayboldu ama sonra tekrar gördüm. Sonuçta o sineği orada bıraktım. Evet bıraktım. Bence o da onu yakalayıp yukarı çıkarmamı istemezdi çünkü dünya umrunda değil ayol niye istesin? Umrunda olsa bile o artık metroya alışmıştı, sineklerin keşişi sayılırdı. Dış dünyaya uyum sağlaması artık çok zordu. Dış dünya onun için çakallar sofrasıydı. Daha onu saldığım ilk yerde bir arabanın camına yapışır pestili çıkardı. Eve de götüremezdim çünkü annem evde hayvan beslemeye hiç olumlu bakmaz. Arkadaşım, metroda tanıştık desem niye tanımadan etmeden eve getiriyorsun derdi. Hem sonuçta dünyanın dönmesi, rüzgarın esmesi ve belki de o sineğin orada kalması gerekliydi. Metro yolculuğumun bir kısmına arkadaşlık yaptı diye onu evlat edinmem gerekmezdi. Ben de daha fazla kendimi üzmedim, çünkü bazen böyle yaparım. Birden kendimi gereksiz yere üzmeyi keser dünyada cenneti yaşarım ve en doğru kararı verdiğimi düşünürüm. İşte o hafif esintili, arabaların farlarının gözümü aldığı, seyyar satıcının çarşafını her zamanki yere serdiği, tiryakilerin daha metrodan çıkmadan ilk sigarayı yaktığı o akşam metrodan çıkıp otobüs durağına yürürken tam olarak düşündüğüm de buydu. 

Satılık 2. El Akrilik Boya ( Boya takıntısı olan aramasın)

"Öyle geçerdik ki kaldırımları, sanki bu düşenler biz değiliz!" -Yeditepe İstanbul. Şu günlerde herkes evde ve bir şeylerle uğra...